Kreş Çocukların Hakkıdır: Türkiye'de Kurumsal Çocuk Bakım Hizmetlerine Bir Bakış

Deniz Arzuk 
denizarzuk@gmail.com
B
undan bir yıl önce, oğlumuz bir buçuk yaşındayken İsveç Enstitüsü’nden bir araştırma bursu kazandım ve ailecek İsveç’e taşındık. Buraya gelme kararımızı belirleyen en önemli sebeplerden biri, İsveç’te 12 ayı doldurmuş bütün çocukların eğer ebeveynlerin her ikisi de çalışıyorsa tam gün, yok eğer çalışmayan bir ebeveyn varsa yarım gün kreşe gitme hakkı olmasıydı. Bursumun süresi bitmeye yaklaşınca memlekete dönersek ne yapacağımıza karar vermek için Türkiye’de çocuk bakım hizmetlerinin ve okul öncesi eğitimin durumunu araştırmaya başladım. Ne yazık ki karşılaştığım manzara hiç iç açıcı değildi. Dahası, medyada ve özellikle de ebeveynlerin sıkça takip ettiği sosyal medya platformlarında bu konuyla ilgili müthiş bir kafa karışıklığı olduğunu gördüm. Ben de konuya kendi akademik disiplinimin penceresinden, çocukluk çalışmaları perspektifinden bakmak istedim. Bu yazıda Türkiye’de kamusal çocuk bakımının durumu; mevcut kurumların farkları ve bu kurumların, çocukların ve ailelerin hayatlarına etkilerinden bahsedeceğim.

İsveç’e gelip kimlik kartlarımızı çıkarır çıkarmaz kreş başvurusu yaptık. Mahallemizdeki kreşlerden birinde yer açılana kadar da oğlumuz babasıyla birlikte haftada birkaç yarım gün açık kreşe gitti. Açık kreş, yani “öppna förskola”, tüm bebeklerin doğdukları günden itibaren bir yetişkinle birlikte gidebildiği, isterlerse bir köşede kendi kendilerine oynadıkları, isterlerse de yaşıtları olan başka çocuklarla kaynaştıkları çocuk dostu mekanlara deniyor. Bu açık kreşler günün belli saatleri belli yaş grubundan çocuklarca kullanılıyor ve özellikle de İsveç’teki uzun ebeveynlik izinleri sırasında ana babaların sosyalleşmesi için de güzel bir fırsat sundukları için çok seviliyorlar. Bir süre sıra bekledikten sonra Umut’un kamu kreşine kaydı yapıldı, yaklaşık altı aydır da haftada beş gün evimize yakın, bahçeli, çocukları bolca açık havada oynamaya teşvik eden bir kreşe gidiyor.

Yaşadığımız kreş deneyimi sayesinde güvenli ve kamusal çocuk bakımının hem aileler hem de çocuklar için ne kadar önemli bir nimet olduğunu tekrar takdir ettim. Olumlu yanları saymakla bitiremem. Umut kreş sayesinde bağımsızlaştı, kendi kendine giyinip soyunmayı, yemekten önce ellerini yıkayıp kurulamayı, masa başına geçip çatal bıçak kullanarak kendi yemeğini yemeyi öğrendi. Bunları belki evde kalsa da öğrenirdi ama elli metrekarelik evimizde kreşteki kadar çeşitli kitabı ve oyuncağı, onun boyuna uygun tefriş edilmiş açık ve kapalı alanları, gelişimini desteklemek için tasarlanmış onca nesneyi bulundurmamız mümkün değildi elbette. Kaçımızın evinde yürümeyi yeni öğrenmiş çocukların dengelerini kaybetmeden ayakkabılarını giyebilmeleri için tasarlanmış bir tabure var? Daha da önemlisi eğer kreşe gitmemiş olsaydı, arkadaş edinmeyi, onlarla birlikte oyun kurmayı, ufak tefek çatışmaları kendi başına çözmeyi ve tabii İsveççe konuşmayı öğrenemeyecekti.

Gelin biraz sayılarla konuşalım. Türkiye’de özel sektörde çalışan kadınlar doğum öncesi ve sonrası toplam 16 hafta annelik izni kullanabiliyorlar. Buna birikmiş yıllık izinleri de ekleyebiliyorlar. Bunun sonrasında bir altı ay da ücretsiz izin kullanma hakkı var. Yani özel sektörde çalışan bir kadın bütün bu izinleri uç uca eklese bile en fazla bir yıl izin kullanabiliyor. Bütün bu izinler biyolojik özcü kaidelerle belirlendiği için anne hayatta ise babaların bakım izni kullanması gibi bir olanak yok elbette. Peki annelerinin doğum izni bittiğinde çocuklar nereye gidiyor? Türkiye’de 0-3 yaş arası çocuklara hizmet eden, halka açık, ücretsiz bir kurum yok, dahası kanunlara göre böyle bir kamusal hizmet zorunluluğu da yok. Kamuda ve özelde 150’den fazla kadın çalışanı olan işyerlerinin kreş açma zorunluluğu var, fakat pratikte bunun pek kimseye faydası dokunmuyor çünkü Türkiye’de işletmelerin büyük çoğunluğu küçük ve orta ölçekte olduğundan bu şartı sağlayan işyeri sayısı son derece düşük, kreş açma zorunluluğunu denetleyen etkin bir mekanizma da yok. Geriye kalan tek seçenek olan özel kreşler ve belediye kreşleri ise mevcut çocuk sayısını karşılayabilecek kapasitede değil, çoğu zaten 0-2 yaş arasını kabul etmiyor.

Sonuçta, Türkiye’de 2 yaşından küçük her iki yüz çocuktan sadece biri bir kurumda bakım hizmeti alabiliyor. 3 yaş için de durum pek farklı değil, mevcut bakım kurumlarının sadece yüzde altısı 3 yaşından küçük çocuklara ayrılmış durumda. 3-5 yaş grubundaki çocuklar için durum kısmen daha iyi gibi görünüyor, fakat bu yaş grubunun bile sadece üçte biri bir kuruma erişebiliyor, yani 3-5 yaş grubunda üç milyona yakın çocuk hiçbir hizmetten yararlanamıyor.[1] Peki ama bunun sebepleri neler? Neden Türkiye’de yeterli kreş ve anaokulu yok, daha da önemlisi, kurumsal bakım hizmetlerine neden ciddi bir talep yok?

İnternete erişimi olan her ebeveyn gibi ben de eğer memlekete dönersek oğlumuzu nasıl bir kreşe gönderebiliriz sorusuna cevap bulmak için bir arama motoruna “2 yaş kreş” yazdım. Ve tabii sanki “baş ağrısı” yazıp aratmışım gibi bu aramanın sonucunda da bilgisayarımın ekranına yüzlerce felaket senaryosu döküldü. Profesyonel ebeveynler, hikmeti kendinden menkul uzmanlar ve köşe yazarlarından oluşan koca bir ordu, bu korkunç yanlıştan bir an evvel dönmem için beni uyarıyordu.

Ebeveyn bloglarına, haber sitelerine ve forumlara hâkim olan bu “uzman” görüşüne göre çocuklara en az üç yaşına kadar evde, tercihen de anneleri tarafından bakılmalı. Gelin bu tavsiyeyi yapan metinlerden birine, Türkiye’den[2] Birgün’e[3] siyasi yelpazenin her yanından gazeteye bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmış olan şu yazıya yakından bakalım. Söz konusu yazı farklı kaynaklarda özel bir hastane zincirinin farklı kentlerdeki şubelerinde çalışan, farklı tıbbi uzmanlık alanlarından farklı isimlere atfedilmiş. Hastanenin kendi sitesinde bile aynı yazı birden farklı imzayla yayımlanmış, o yüzden kimin ne amaçla yazdığını bilemiyoruz. Gerçi yazı öyle çok mecrada yayılmış, öyle anonimleşmiş ki ilk kimin yazdığı çok da önemli değil. 

Genellikle “çocuğunuzu 3 yaşından önce kreşe göndermeyin” başlığıyla yayımlanan yazı, “eğer olağanüstü bir durum söz konusu değilse; çocukları 2,5-3 yaşından önce aile ortamından ayırmamalı ve okul öncesi kuruluşlara kayıt ettirme kararı aceleyle verilmemelidir” cümlesiyle başlıyor. Ardından da çocukların kreşe gitmeye hazır olmaları için yerine getirmesi gereken bir takım şartlar sıralanıyor. Bu şartlardan biri çocuğun konuşabilmesi, “o beni dövdü”, “öğretmen bana kızdı”, “teyze yemek vermedi” gibi ebeveynlerin kanını donduracak cümleler kurabilmesi. Kreş dediğimizde aklımıza güvensiz, denetimsiz, çocuğun her an aç bırakılabileceği, dayak yiyebileceği yerlerin gelmesi gerekiyor çünkü.

Çocukların yerine getirmesi gereken diğer şartlar, kişisel temizlikten üç tekerli bisiklete binebilmeye, uzun konsantrasyon sürelerinden sayı sayabilmeye kadar çeşitli becerileri kapsayan uzun bir liste halinde sıralanmış. Bu hedeflere bedensel ve gelişimsel olarak hiçbir zaman ulaşamayacak olan çocukların ne yapması gerektiğine dair herhangi bir görüş bulamıyoruz. Oysa ki kreş denen kurum çocukların belli şartları karşılamasını beklemez, onlara ihtiyaçlarına göre hizmet verir. Dahası, bir çocuğun kreşe gitmek için fiziksel, ruhsal ve toplumsal olgunluğa erişmesi gerekmez, çünkü kreş çocukları tam da bu becerilerle donatmaya yönelik bir kurumdur.

Yazıda dile getirilen “kreşe erken giden çocuklar eğitimden soğuyabilir”, “dinleme becerileri tam gelişmemiş olabileceği için öğretmenin talimatlarına uymayabilir” gibi diğer kaygılara baktığımızda ise bu kreş karşıtlığının altında anaokulu ve kreş kavramlarının birbirine karıştırılmasının yattığını anlıyoruz. Gerçekten de yazının farklı bölümlerinde kreş, anaokulu, okul öncesi eğitim, bakım kavramları eş anlamlıymış gibi birbirinin yerine kullanılmış. Oysa ki kreş çocukların sınıf içinde eğitim gördüğü, öğretmenlerin talimatlarını takip ettikleri bir eğitim kurumu değildir. Kreşin amacı, çocukların yetişkinler gözetiminde serbest oynaması, farklı uyaranlarla tanıştırılması, akranlarıyla ilişki kurması için fırsatlar sunulmasıdır.

Bu noktada çocuk bakım kurumu ve okul öncesi eğitim kurumu arasındaki farktan da bahsetmek gerekiyor.  Türkiye’de 0-36 aylık çocuklara hizmet veren kurumlar kreş, bunu 36-72 aylık çocuklar için yapanlar ise gündüz bakım evi olarak adlandırılıyor. Bu kurumlar bakım hizmetinden sorumlu kabul edildikleri için Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlılar.[4] 36-66 ay arasındaki çocukların eğitimi için açılan okullara ise anaokulu deniyor. Bu tanıma göre anaokulu bakım değil eğitim hizmeti veren bir kurum olduğu için Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı.[5] Fakat bütün bu kurumların, tanımların, mevzuatların ve yönetmeliklerin Türkiye’deki çocukların ciddi bir bölümünün hayatında hiçbir etkisi yok.

Bu iki başlı sistemin ebeveynler açısından en kafa karıştırıcı yanı, 3-5 yaş arasındaki çocukların nereye gönderileceği sorusu. Zira hem Aile Bakanlığı’na bağlı gündüz bakım evleri, hem de Milli Eğitim’e bağlı anaokulları 36-66 ay arası çocuklara hizmet veriyor. Fakat Türkiye'de yeterli sayıda kreş ve bakım evi yok, anaokulları ise bakım evlerine göre çok daha yaygın kurumlar olduğu için bunlara erişmek daha kolay. 36 ayı doldurmuş çocuklar için anaokulu, özellikle de devlet anaokulu çok daha maliyetsiz bir alternatif. Çoğu aile de hem bu gibi maddi sebeplerle, hem akademik kaygılarla, hem de çalışanlarının lisans mezunu olması gibi kriterlerle son derece haklı olarak anaokullarını tercih ediyorlar.

Fakat öte yandan, anaokulları eğitim kurumu statüsünde olduğu için çoğu anaokulu çocuklara bakım hizmeti verecek yeterli sayıda personel istihdam etmiyor. Anaokuluna gidecek çocuğun kendi öz bakımını kendisinin yapacağı varsayılıyor. Pratikte ise elbette durum böyle yaşanmıyor. Kendi okul yıllarınızdan da gayet iyi hatırlayacağınız üzere, ne kadar bağımsız yetiştirilmiş olsa da bir çocuğun temizlikten beslenmeye her ihtiyacını kendi başına giderebilmesi mümkün değil. Bu yüzden anaokullarında yardımcı öğretmen/sınıf annesi denilen görünmez bir kadro var. Devlet anaokullarında bu görev, ailelerden gelen “bağış”larla tutulan, güvencesiz, örgütsüz, kadrosuz, en iyi ihtimalle de liselerin çocuk gelişimi bölümlerinden mezun kadınlar tarafından üstleniliyor.

Kısacası, ailelere hitaben yazılmış bu yazılar çocuğun bir şekilde ev içinde belli bir psikolojik ve fiziksel olgunluğa eriştirilmesini ve ardından anaokuluna gönderilmesini tavsiye ediyorlar. Fakat bu tavsiyeyi dinlediğinizde kreşte sosyalleşme aşamasını atlayıp, 3 yaşına kadar ailesi dışında minimum toplumsal ilişki kurarak yetişmiş bir çocuğu anaokuluna, tanımı gereği eğitim odaklı, çocukların belli bir düzen çerçevesinde hareket etmelerini bekleyen bir kuruma göndermiş oluyorsunuz. Üstelik bunu tam da çocukların bireyselleşmeye çalıştığı, bunun için de çeşitli duygu patlamaları yaşadığı bir dönemde yapıyorsunuz. Eğer sağlam sinirleriniz varsa bazı anaokulu çalışanlarının 36 aylık çocukların anaokullarına gönderilmesiyle ilgili fikirlerini şuradan okuyabilirsiniz: https://forum.memurlar.net/konu/1680004/
Aslında çocuklara üç yaşına kadar, tercihen anneleri tarafından evde bakılması gerektiği fikri Türkiye’ye özgü bir fikir değil. Ev ve aile merkezli çocuk bakımı 1990’lardan itibaren küresel olarak yayılmış bir söylem. Bu söylemin yaygınlaşmasında sebep olan birkaç kilit araştırmaya yakından baktığımızda ise işlerin her zaman “uzmanların” dediği gibi olmayabileceğini görüyoruz. 1980’lere kadar çocukların küçük yaşta bakım kurumlarında geçirdiği zaman konusunun akademik çalışmalarda gündeme gelmediğini görüyoruz. Konuyla ilgili ilk araştırmalardan biri, 1986 yılında Belsky ve arkadaşlarının yürüttüğü bir çalışma. Bu araştırma[6], dört buçuk yaşından önce bakım kurumlarında uzun süre hizmet almış çocukların küçük bir kısmının ilerleyen dönemlerde çeşitli davranış bozuklukları gösterdiğini söylüyordu. 
İlerleyen yıllarda Belsky araştırmasının yöntemleri çokça tartışıldı, rastlantısal bulguları nedensel ilişkiler gibi yorumlamakla eleştirildi. Araştırma çok az sayıda çocuğu çok kısa süre boyunca takip etmiş, üstelik sonuçlar değerlendirilirken çocukların aldığı bakım hizmetinin kalitesi, aileler arası farklar gibi kritik göstergelere hiç bakılmamıştı. Daha da ilginç olanı, Norveç'te[7] ve İsveç’te[8] yürütülen benzer araştırmaların Amerika'da yürütülmüş Belsky araştırmasından farklı sonuçlar ortaya koymasıydı. Neredeyse tüm çocukların kaliteli ve iyi denetlenen kreşlere erişebildiği bu ülkelerde yapılan çalışmalar, esas meselenin çocukların kreşe gidip gitmemesi değil kreşte sunulan hizmetin kalitesi olduğunu gösteriyordu.

Fakat bu tartışmalı sonuçlar medya ve basın tarafından dolaşıma sokulmuştu bir kere. “Çocuğunuzu kreşe göndermeyin” manşeti, “erken yaşlarda düşük standartlarda hizmet veren bakım kurumlarında uzun süreler geçiren çocuklar, bir ihtimal 6 yaş civarı sınıf düzenini bozmaya yaşıtlarına göre biraz daha meyilli olabilir” manşetinden çok daha sansasyonel duyuluyordu. Ve tabii kreşlerin kalitesinin yükseltilmesini talep etmek yerine, ailelere çocuklarını kreşe göndermemelerini söylemek zamanın ruhuna daha uygun düşüyordu.
Kreş meselesinden bahsedip de kreş karşıtı söylemin maskelediği çok önemli bir diğer konuya, kadın istihdamına değinmemek olmaz. Halihazırda Türkiye’de çalışma çağındaki kadınların yalnızca üçte biri iş gücüne katılıyor. Bunun temel sebeplerinden biri, çocuk bakım sorumluluğunun kadınlara yüklenmesi, kreşe erişimin güç olması ve mevcut bakım hizmetlerinin çok pahalı olması. Oysa biliyoruz ki çalışan annelerin çocukları pek çok açıdan daha şanslılar; önlerinde güçlü toplumsal cinsiyet modelleri var, haneye ve dolayısıyla çocuklara daha fazla gelir düşüyor.

Çocukların iyi olma haline dair neredeyse tüm göstergelerin hanenin gelir seviyesiyle doğrudan ilişkili olduğu düşünüldüğünde sadece kadın istihdamını güçlendirme hedefi bile kreşi savunmak için yeter aslında. Dahasını da sayalım. Kapitalizmin çok sevdiği fayda-maliyet perspektifinden bakarsak, her bir çocuğa bir evde bir yetişkin tarafından bakılması verimli değil. Ekolojik açıdan bakıldığında milyonlarca orta-üst sınıf ailenin evinin, çocukların onar dakika ilgilenip bırakacağı oyuncaklarla doldurulması sürdürülebilir değil. Evde ihmal ve istismar olasılığını da göz önünde bulundurursak, çocuk psikolojisi açısından kendini ifade edemeyecek yaştaki çocukların yıllarca bir yetişkinle baş başa kalmaları dengeli ve sağlıklı bir ilişki biçimi değil.

Peki çözüm nedir? Kadınların üçer beşer çocuk doğurması talep edilen bir dönemde annenin çocuk başına en az üç yıl, haydi bunlar birbiriyle kesiştirildi diyelim, üç çocuk için toplam en az yedi yıl eve kapanması mıdır çözüm? Kadın oluşlarının diyetini on yıllar önce kendi çocuklarını büyütmek için toplumsal hayattan koparak ödemiş anneannelerin babaannelerin torunlarını büyütmesi midir? Kız çocuklarının erken yaşta eğitimden koparılarak evde kardeşlerine bakmak zorunda kalması mıdır? Yoksa geçinebilmek için sürekliliği olmayan bir dizi işi kovalamak zorunda kalan yoksul kadınların orta-üst sınıf hanelerde çocuk bakıcısı olarak çalışması mıdır?

Hiçbiri. Çözüm, iyi denetlenen, eğitimli çalışanların küçük gruplarda az sayıda çocuğa baktığı, çocuklara uygun tasarlanmış, çocuk dostu malzemelerle inşa edilmiş, çocukların gelişimine uygun oyuncaklarla, kitaplarla, ekipmanlarla donatılmış kamusal kreşler. Kreş bakımı almış çocuklara odaklanan çeşitli araştırmalar, kaliteli bakım hizmetlerinin çocukların dil becerilerini, bilişsel gelişimlerini, hafıza yeteneklerini desteklediğini gösteriyor. Kreşler, çocuklara ebeveynlerin sunamayacağı pek çok fırsatı, mesela yaşıtlarıyla birebir ilişki kurma fırsatını sunuyorlar. En önemlisi de kaliteli bakım hizmetleri, aileler arasındaki sosyo-ekonomik farkların çocuklara daha az yansımasını sağlıyor ve böylece toplumsal eşitliğe katkıda bulunuyor[9]. Kısacası, çocuk bakımı meselesi sadece çocuğun bir şekilde bakılıp büyütülüp örgün eğitime katılacak yaşa getirilmesinden ibaret değildir. Kreş çocukların hakkıdır. Kreş yaşındaki çocuklar hakları için mücadele edebilecek, örgütlenebilecek politik özneler olmadıkları için bu hakkı savunmak da bize düşüyor.

Editör Notu
Yazarın bu alandaki yazılarını okumak için aşağıdaki linkten blog’una ulaşabilirsiniz:


[5] Anaokulu mevzuatına şu linkten ulaşabilirsiniz:
[6] Çalışmaya şu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/0885200688900038
[9] Konu ile ilgili bir araştırma için bakınız: https://psycnet.apa.org/record/1986-12940-001