Psikotarih Perspektifinden “Bir-Aradalık” Kavramının Analizi ve Tarihçesi

Beytullah Duman 
beytullahduman@yandex.com

Psikotarih, tarih ile psikolojinin, entelektüel ve akademik amaçlar için güçlerini birleştirmeleri ile meydana gelmiş olan disiplinlerarası bir çalışma alanı olarak tanımlanabilir. Teorik olarak psikolojik tarih incelemesi, birçok farklı psikoloji kuramından herhangi birinin ya da bu kuramların herhangi bir kombinasyonunun tarihsel analiz amacıyla kullanılmasıdır da diyebiliriz. Çoğu kişi için psikotarih, yalnızca psikoloji ve tarih değil, aynı zamanda psikanaliz ve tarih anlamına gelir. Psikotarih pratisyenleri için bu yalnızca bir gerçek değil, aynı zamanda arzu edilen ve kaçınılmaz olan bir gerçektir. Hans Meyerhoff’un ikna edici bir biçimde savunduğu gibi, psikanalizin kendisi bizzat tarihseldir. O, diğer psikolojilerden farklı olarak, insan davranışını incelerken, “hastanın tarihini bildiğimiz zaman, kendisini de biliriz” düşüncesi ile temellenen tarihsel bir metod kullanır. Üstelik psikanalitik kavramlar, evrimsel ya da gelişimsel olduklarından dolayı tarihseldirler. Son olarak, psikanalizin temel tasarısı –geçmişin şimdide keşfi- tarihseldir. Yalnızca bu üç nokta bile psikanalizin tarihsel doğasını gösterir. İnsanlar var oldukları ilk andan itibaren çeşitli sebeplerle bir arada olmuşlardır. Bu bir araya gelme ile insan-insan, insan-toplum, insan-doğa, insan-tarih gibi birçok özne ile ilişkiler yaşamıştır. Özellikle Tarım Devrimi’nden sonra başlayan ve günümüzde de halen artmaya devam eden kentleşme oranı ve insanları buna iten nedenler incelendiğinde, temelinde çeşitli siyasal, ekonomik, dinsel, sosyolojik, tarihsel ve psikolojik etkenlerin olduğu göze çarpmaktadır. İnsanlar dönem dönem yaşadıkları baskıya direnmek için bir araya geldiler, çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak ve işlerini görebilmek amacıyla bir araya geldiler, çeşitli inançlara mensup oldukları için inancın gereğini yerine getirmek üzere bir araya geldiler. Tüm bu nedenler göz önünde bulundurulduğunda insanlar tarih boyunca çeşitli psikolojik ve sosyolojik nedenlerle, tarihsel olaylar bağlamında bir arada oldular ve olmaya da devam etmektedirler. İnsanları tüm bunları yapmaya ve yaşamaya iten olguları, psikoloji ve tarih bilimleri insan öznesini merkeze alarak anlamaya çalışır.

1. Bölüm: Bir-Aradalık Kavramına Genel Bir Bakış
Bir-aradalık, kelime anlamı olarak “bir arada olmak, toplu bir biçimde, toplu halde” gibi anlamlara gelir. İnsanlar siyasal, ekonomik, dinsel, sosyolojik, tarihsel ve psikolojik etkenler nedeniyle tarihin çeşitli dönemlerinde –günümüzde halen devam eden bir süreç- bir araya gelerek toplumları oluşturmuşlardır. Toplumu meydana getiren bireyler ise kendi aralarında, toplumun geneliyle, farklı toplumlarla ve doğayla ihtiyaçlarının giderilmesi temel sebep olmak üzere birçok sebeple ilişki içerisinde olmuştur. İnsanları bu ilişkiler içine iten, mensup oldukları toplumun ve kendilerinin içinde bulundukları psikolojidir. Toplumları bu şekilde davranmaya yönelten psikoloji ile sergiledikleri tutum, hâl ve davranışlar tarihin akışına yön vermekte, psikolojik bir tarih yazımının ortaya çıkmasına ön ayak oluşturmaktadır.

Toplumu oluşturan en küçük yapı ‘birey’dir. Birey, kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık, fert anlamlarına gelir. Bireyler bir araya gelerek toplumu oluşturur. Toplum ise, aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü, cemiyet anlamlarına gelir. Toplumu oluşturan en büyük etkenlerden birisi bir-aradalıktır, insanların bir arada çeşitli ilişkiler kurarak yaşamalarıdır. Bireyler ekonomik olarak geçinebilme, himaye altında olma, belli bir inanca bağlı bulunma, dönem şartlarına nazaran belli düzeyde eğitim alabilme, vb. nedenlerle insanla, toplumla, dinle, çeşitli düşünce ve ideolojilerle bir arada yaşama ve yaşayabilme ihtiyacı hissederler. Bu bağlamda insan;
·         İnsan-İnsan,
·         İnsan-Doğa,
·         İnsan-Din,
·         İnsan-Toplum,
·         İnsan-Tarih,
gibi özne ve kavramlarla ‘bir-aradalık’ ilişkisi içerisine girmektedir.

1.1. İnsan-İnsan İlişkisi
Psikotarihin kurucuları olarak addedilen Sigmund Freud ve Erik Erikson bireyi merkeze alan gelişim kuramlarında toplum içindeki insan-insan ilişkilerinin, sergilenen davranışların ve hâllerin altında yatan psikolojik nedenlere ışık tutmaktadırlar. Sigmund Freud’un “Psikoseksüel Gelişim Kuramı” adını verdiği kuramı; Oral Dönem, Anal Dönem, Fallik Dönem, Gizil Dönem, Genital Dönem olmak üzere 5 evreden oluşur. Bu kurama göre, her dönemin bir haz kaynağı vardır ve bireyin karakterini belirleyecek etkisi yadsınamayacak kadar büyüktür. Erikson ise kuramına “Psikososyal Gelişim Kuramı” adını vermiştir. Bu kuram; Temel Güvene Karşı Güvensizlik, Özerkliğe Karşı Kuşku ve Utanç, Girişimciliğe Karşı Suçluluk, Başarılı Olmaya Karşı Yetersizlik, Kimlik Kazanmaya Karşı Kimlik Karmaşası, Yakınlığa Karşı Yalıtılmışlık, Üretkenliğe Karşı Durgunluk, Benlik Bütünlüğüne Karşı Umutsuzluk dönemlerinden meydana gelmektedir. Bu kuramda insanın içinde bulunduğu psikoloji ve onu insan-insan ilişkilerinde belirleyici kriter ise sosyal çevredir.

Freud ve Erikson’un kuramları göz önüne alındığında bireylerin yetiştiği sosyal çevre, yetişme tarzları insanların karakter yapılarını belirlemektedir. Bu etkenlerle bireyde oluşan karakteristik yapı toplum içerisindeki insan-insan ilişkilerinin standardını belirlemektedir. Sosyal çevresinden gerekli ilgi, alaka ve desteği gören bireyler, sağlıklı bireysel ilişkiler kurabilmektedir. İnsan-insan ilişkileri bağlamında değerlendirildiğinde Freud’un kuramı bireyin yaşamını belli bir döneme kadar ele alabilirken, Erikson’un kuramı bireyin tüm yaşamını kapsamaktadır. Kuramların dinamikleri göz önüne alındığında Freud’un kuramında yer alan haz kaynağı yine belli bir döneme kadar değerlendirilebilirken, Erikson’un kuramında yer alan sosyal çevre tüm yaşam boyunca sabit bir görünüm ortaya koymaktadır. Sosyal çevredeki değişken ise sadece, bireyin yaşına atfen giderek genişlemesidir.

Toplumu oluşturan bireylerin kendi aralarında yaşadığı ilişki, bir arada olmaları ve bireyleri bu bir-aradalığa iten nedenler, hâller ve psikoloji özelden genele yayılarak tümevarımcı bir metodla toplumun geneline sirayet etmektedir.

1.2. İnsan-Doğa İlişkisi
İnsan doğada varlık bulan ve yaşamını sürdürebilmek için de zorunlu olarak doğayla ilişki içinde olan bir canlıdır. Bu ilişki, parçası olduğu doğa içinde kendi gereksinimlerini karşılamaya dönük bir çabadır. Her şeyden önce, o, ekosistemin bir parçasıdır ve diğer canlılarla birlikte aynı besin zincirinin bir halkasını oluşturmaktadır. Böylesi bir bakış açısıyla, ister istemez insanı doğal evrimin bir uzantısı olarak görmüş oluruz. Bu yönüyle insan, dış çevreye bağımlıdır ve onun yasalarına boyun eğer. Bu onun özelliğinin bir yönüdür. İnsanın, doğanın yasalarına bağlı olan fizyolojisinin yanı sıra, özgür seçmelerinin kaynağı olan aklı da vardır ve o, aklıyla bir kültür dünyası yaratmıştır. O, bu özelliğiyle, kendisini doğanın sınırlandırmalarından kurtarmış ve onun bir parçası olmaktan sıyrılmıştır. Bir yandan fizyolojik gereksinimlerini, öte yandan tinsel gereksinimlerini karşılamak arzusu, insanın bu gereksinimlerini kendi estetik beğenisiyle bütünleştirerek çevresini şekillendirmesinde önemli rol oynamıştır. İnsanın geliştirmiş olduğu yaşam teknikleri ve bu yaşam tekniklerine bağlı olarak çevresini yeniden ve yeniden düzenlemesi, onun, doğal yaşam alanının dışında yeni bir yaşam alanı oluşturmasına aracılık etmiştir. İşte, insanın kültürel gelişimi sonucu, kendisini doğal yaşam alanının dışına taşıması, aynı zamanda, onun, doğanın dengesini de değiştirici bir unsur haline dönüşmesine neden olmuştur. En başta, kendisini doğal besin zincirinin dışına çıkarmıştır. Çünkü artık, yalnızca çevresinde bulduklarıyla yetinmeyen, yanı sıra, başka başka yerlerdeki canlıları da tüketen, dahası artık kendisi için üretim yapabilen bir varlık olmuştur. Ancak, üretiminin her yeni aşamasında, üretmiş olduğu her yeni teknolojik araç ve her yeni teknik uygulamayla birlikte, bir ya da birkaç canlı türünün yeryüzünden yok olmasına yol açmış; buna karşılık, kendi türünün nüfusunu hızla arttırmış ve artıştan kaynaklanan tüketim sorununu çözme başarısını ancak teknik güç kullanımıyla sağlamıştır. Bunun sonucu olarak da teknik güç kullanımı, insanı kendi yarattığı aletlerin ve makinelerin birer parçasına dönüştürerek, onu üretimin bir aracı yapmıştır; bir anlamda, her şeyi olduğu gibi kendisini de metalaştırmıştır.

İnsan geliştirdiği teknoloji ile doğaya bir üstünlük kurma çabası içindedir. Fakat insanlar Hubert Reeves’in “Doğayla savaş halindeyiz, eğer kazanırsak kaybedeceğiz” sözünün önemini kavrayamamıştır.  İnsanın var olduğu ilk andan itibaren doğa ile olan ilişkisi hiçbir şekilde yadsınamaz. Çünkü insan ilk olarak doğada yaşamıştır, burada beslenmiştir, kendisini burada korumuştur ve burada bir medeniyet kurmaya başlamıştır. İnsan tüm bunları doğaya borçludur.

1.3. İnsan-Din İlişkisi
İnsanda teslim olma, eğilme ve yönelme özelliği vardır. Bu özellik, insanın bedensel yanına aittir. Din, bu insani özelliğin, yerinde kullanılmasıyla, daha yüksek ve gayri maddi ihtiyaç ve hazların karşılanması amacına kanalize edilmesiyle ilgili bir olaydır. Kur’an’da mealen “Bilerek kendini Allah’a teslim edip O’na yönelenden din yönüyle daha güzel kim olabilir?” denilmiştir. Burada din ile ilişki kurma ve onu idame ettirmedeki insani şuur ve insan içtihadı, insanın dini yönüyle üstün ve en güzel olmasının yegâne şartı olarak bildirilmiştir.

İnsan yaratılışı gereği kendisini bir inanca bağlı olarak görür. İnsanı bu inanç psikolojisine iten başlıca sebep; insanın kendisinden daha üstün olan bir varlığın himayesi altına girmeye yönelik düşünce yapısıdır. İnsan tarih boyunca uhrevi anlamda kendisini yüceltebilmek, vicdan rahatlığı, korunma ihtiyacı gibi sebeplerle bir inanca bağlanma gereği duymuştur. Din psikolojisi ile insanda ilk çağlardan itibaren arkaik bir milliyetçilik tezahür etmiştir. Ortadoğu’da ortaya çıkan semavi dinlerin temel milliyetçilik anlayışı, arkaik milliyetçilik olarak addedebileceğimiz aynı inancı paylaşan insanların bir millet sayılabileceği düşüncesini benimsemektedir.

İnsanlar inandıkları din ve inanç uğruna çeşitli ayin ve ibadetler yapmaktadırlar. Bu ibadetler bireysel olduğu gibi, toplu ibadetler olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bu toplu ibadetler, toplumdaki bireylerin insan-din ilişkisi çerçevesinde bir arada olmalarını sağlayan bir etkendir. Bu ilişkide karşımıza dindarlık kavramı çıkmaktadır. İnsanın pek çok karakteristik özelliği gibi dindarlığı da kültürel bir fenomendir. Vygotsky gibi bazı psikologlar, üst düzey psişik fonksiyonların, kültürel ve bireysel olmak üzere çifte kökeninin olduğunu ortaya koydular. Buna göre psişik gerçekliğe ait bütün somut fenomenler, kültürel çerçeve tarafından belirlenir. Bilme, eylemde bulunma, isteme ve hayal kurma gibi bütün zihinsel ve davranışsal durumlar ancak tarihsel-kültürel altyapısı gün yüzüne çıkarıldığında anlaşılabilir. Örneğin; duygular sadece doğal ve kaçınılmaz tepkilerin irrasyonel belirtileri olarak değerlendirilemez. Duygular, inanç sistemleri ve kültürel topluluklar tarafından belirlenen istekler, kanaatler ve değerlendirmelerin bir göstergesidir.

1.4. İnsan-Toplum İlişkisi
Toplum, insanları etkileyen gerçek ilişkiler bütünü olarak tanımlanmaktadır. Toplumbilimciler toplumu tanımlarken, onu bir organizmaya benzetirler. Her organizmanın bir yapısı olduğu gibi, toplumun da bir yapısı vardır. Sosyal veya toplumsal yapı ve onun birleştirici öğeleri sosyolojinin temelini oluşturur. Sosyal yapı, toplumdaki organize olmuş, sosyal ilişkilerin bütünüdür. Peter Berger’in işaret ettiği gibi: “Toplum bizim dışımızdadır. Bizi çevreler ve yaşantımızın her yönünü etkiler. Bizler de bir toplumun içinde toplumsal sistemin belirgin bir sektöründe bulunmaktayız. İşte bu bulunduğumuz yer konuştuğumuz lisandan, etikete, pozisyona, inancımıza kadar her şeyimizi etkiler.” Toplum olmanın en büyük belirtisi ise toplumsallaşmadır. İnsan davranışlarının büyük bir çoğunluğu öğrenilmiş davranışlardır. Yani, insanın kendine uygun insanca davranışları öğrenmesi süreci toplumsallaşmadır. Toplumsallaşma süreci ise birkaç işlevi içinde barındırır. Bunlar; bilgi, tekrar, başkalarının tepkileri ve sosyal destektir. Bu süreç akabinde insanın toplumsallaşması çeşitli kurumlara da ihtiyaç duymaktadır. Aile, din, arkadaş grupları, eğitim kurumları, kitle iletişim araçları ve çalışma ortamı gibi çeşitli kurumlar insanların bir arada bulunarak toplumsallaşma sürecini hızlandıran dinamiklerdendir. Bireyler bir arada oldukları tüm bu ortamlarla beraber bir farklılaşma ve tabakalaşma durumuna girmektedirler. Bu sebeple dünyada farklı biçimlerde ortaya çıkan tabakalaşma sistemleri bulunur. Bunlar mal-mülk sahipliğinden, politik güce, ırka, konuşulan lisana, prestije, hatta cinsiyetlere göre bile farklılık taşımaktadır. Ancak, sosyal bilimciler toplumsal tabakalaşmada dört ana tipe dayanan bir ayrım yaparlar. Bunlar, kölelik, kast, zümre ve toplumsal sınıf ve statü sistemleridir. Tüm bu sistemler ve kavramlar değerlendirildiğinde insan çeşitli yönlerden bir topluluk olma ihtiyacı duymuştur, ve buna meyillidir.

 1.5. İnsan-Tarih İlişkisi
Psikoloji, insanların içinde bulundukları halet-i ruhiyelerine istinaden gösterdikleri tepkileri ve davranışları, meydana gelen ve gelebilecek sonuçlarıyla birlikte inceleyen bir bilimdir. Tarih ise insanın psikolojisi gereği meydana getirdiği davranışların ve bunların sonuçlarının tam olarak kendisini ifade etmektedir. Bu bağlamda insan, tarih ve psikoloji bilimlerini meydana getiren, yaşayan, yaşatan ve oluşmasında en büyük katkıyı sağlamış aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarihsel ve psikolojik olaylar, insan merkezli olma özelliği taşır. İnsanlar da çeşitli dönemlerde yaptıkları savaşlar ve barışlar, bir araya gelerek oluşturdukları topluluklar, kent yapıları ve tüm bunları yapmaya iten çeşitli sebepler –özellikle psişik ve ideolojik sebepler- incelendiğinde tarihin ve psikolojinin merkezinde olduklarını kanıtlamışlardır.

İnsanlar çeşitli durumlara ve dönemlere binaen bireysel ve toplumsal açıdan incelendiğinde görülüyor ki, her türlü sebepten ötürü bir arada olmaya ve yaşamaya yöneldikleri vakit ortaya çıkan tarihsel boyutun psikolojik arka planı vardır. Çünkü insanlar ya da topluluklar belli başlı durumlara karşı içinde bulundukları psikolojileriyle ön plana çıkarlar ve tarih de bu şekilde oluşur. Her psikolojik hâl insanı tetikler. Bu tetiklenmenin akabinde ortada çıkan sonuç, bir arada bulunan kişilerin ve toplulukların tarihini de yansıtır.

 2. Bölüm: “Bir-Aradalık” Kavramının Tarihçesi
Bir-aradalık, bir arada olmak ve birlikte yaşamak şekilleriyle farklı formatlara sokabileceğimiz kavramın tarihçesi insanlıkla başlamaktadır. İnsanların özellikle yerleşik düzene geçtiği dönemden itibaren lügatte kendisine yer bulan ‘bir-aradalık’, bir arada olma ve yaşama isteği insanın çeşitli istek ve ihtiyaçlarını karşılamasına yardımcı olmuş, temeli bu düşünce ile oturtulmuştur.

İnsanlar beslenebilmek için avlanmışlar, çeşitli bitki ve meyveleri toplamışlar, fakat bir müddet sonra insan popülasyonu yoğun bir artış gösterince beslenebilmek bireysellikten çıkmış, toplumsal bir hüviyet kazanmıştır. Bu sorunun çözümü için insanlar bir araya gelmişler ve ilkel köyler, şehirler böylelikle kurulmaya başlanmıştır. İnsanlar bu yerleşim yerlerinde çeşitli ürünleri yetiştirme imkânlarına sahip olmuş, karnını doyurmuştur. Ürün fazlası ise satılmış ve ticaret ekonomisinin ve Tarım Devrimi’nin ilk tohumları böylelikle atılmaya başlanmıştır. Toplum olmanın ekonomik boyutu ve yerleşik düzene geçişin ilk adımı Tarım Devrimi sayesinde atılmış, ilerleyen dönemlerde gelişen teknoloji ve ihtiyaç açığı dolayısıyla 18.-19. yüzyıllarda Sanayi Devrimi ile altın çağını yaşamıştır.

Ekonomik boyutta bir arada olmaya ve yaşamaya başlayan insan kendisini ve sahip olduğu maddi manevi her türlü şeyi koruma gereği de hissetmiş ve bu korunma isteğinin insanda oluşturduğu yansıma ile günümüz yerleşik devletlerinin temeli atılmıştır. Devletlerin kuruldukları dönem ve coğrafyaya göre farklı özellikleri bulunsa da genellikle ortaya çıkan intiba, insanların lider vasfı ve gücü olan kişi ya da kişilerin etrafında toplanarak bir arada olmaya çabalamalarıdır. Tarihin en uzun ömürlü imparatorluklarından birisi olan Roma İmparatorluğu, var olduğu süre zarfında hüküm sürdüğü tüm dönem ve coğrafyada hakimiyeti altında bulunan insanların ve toplulukların bu korunma ve barınma ihtiyacını en iyi şekilde temin eden tarihsel objelerin başında gelmektedir.

İnsanlar çeşitli dönemlerde içinde yer aldıkları düzene karşı da tavır almışlar ve bu uğurda bir dava şuuru ve bilinciyle hareket etmiş, yeniden bir arada topluluk oluşturmayı başarmışlardır. Tarihin ve psikolojinin seyrini derinden etkileyen bir durum olarak baktığımızda Fransız İhtilali bunun en güzel ve en bariz örneğini teşkil edecektir.

İnsanların tüm bu maddi olayların haricinde bir arada olmalarını temin eden en büyük ve en kuvvetli bir başka olgu da ‘din’ olgusudur. Bu olgu, bir aradalığın daha çok ruhi, manevi ve uhrevi bir kimliğe bürünmüş hâlidir. İnsanlar çeşitli dönemlerde kendilerinden güçlü olana itaat etme ve boyun eğme yolunu tutmuştur. Böylelikle kendisini ve toplumunu manevi anlamda da koruma altına aldığını ve bu bir arada olmanın kendilerinin yararına olduğunu düşünecektir. İslâm dini, geldiği ve yayıldığı dönem ve coğrafyayla, din olgusunun en tipik örneğini teşkil edecektir.

 2.1. Tarım Devrimi
Tarım Devrimi, insanlık tarihinin, insanların bir araya gelerek yaptıkları ve etkileri günümüze kadar ulaşmış ve halen geçerliliği olan ilk ve en büyük devrimlerinden biridir. Neolitik Dönem’de insanların tarımı bulması ve yaygınlaştırması ile başlayan Tarım Devrimi, içinde geliştiği toplumları ve daha nice toplulukları sosyoekonomik temellerinden etkileyen büyük bir oluşumdur.

Tarım, dünya genelinde tek ve dar bir zamanda bulunmuş ve gelişmiştir. Farklı topluluklar, farklı zamanlarda tarımı defalarca bulmuşlardır. Böylece tarım dünya genelinde yaygınlaşmaya başlamıştır. Tarım Devrimi, günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce başlamıştır. Tarımın icadıyla birçok besin ve hayvan evcilleştirilmiştir. Devrimin insanlığa sağladığı faydaların yanında olumsuz etkileri de olmuştur. Ani nüfus artışları, yaşanan ekonomik karmaşa, haksız kazanç ve servet artışı, statükonun farklılaşması gibi olumsuz etkileri olmuştur. Tarım Devrimi ayrıca yakın gelecek ve coğrafyalarda ortaya çıkan büyük medeniyetlerin, savaşların ve dahası Ortaçağ Avrupası’nda hüküm süren feodalizme giden sürecin temellerini atmıştır.

Tarımın keşfi, insanların, toplumların; sosyolojik, ekonomik ve toplumsal statü ve dini yaşam gibi birçok alanda da ses getirecek değişimlerin başlangıcı olmuştur. Erken Neolitik Dönem uygarlıkları ve topluluklarında yeni tarım sanatına dinsel bir saygı ile yaklaşılır. Ekin, göksel varlığın bir tezahürü olarak kabul görür. Görüldüğü üzere Neolitik Dönem uygarlıkları din aracılığıyla tarıma mitolojik ve dini anlamda büyük bir kutsiyet atfetmişlerdir.

2.2. Rönesans
14. yüzyılda İtalya’da başlayan bu aydınlanma dönemi, dünyanın bilim, sanat, arkeoloji, tarih, edebiyat, insan sevgisi (hümanizm), kültür ve daha birçok alanda geliştiği bir dönemdir.  “Yeniden Doğuş” anlamında ifade edilen Fransızca kökenli Rönesans terimi, genellikle 14. yüzyılda İtalya’da başlayıp, 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’ya yayılan bilim, edebiyat ve sanat alanlarındaki uyanışa yönelik bir hareketi ifade eder. İtalya’nın kuzeyinde başlayan, Avrupa’yı etkileyen ve önemli gelişmelere yol açan bu dönem, Fransız düşünürler tarafından bu şekilde adlandırılmıştır. Devrin “Yeniden Doğuş” sözcükleriyle tanımlanmasının nedeni, o dönemde iz bırakan iki önemli gelişmeden kaynaklanmaktadır. Bu iki gelişmeden ilki, Antik Yunan ve Roma eserlerinin yeniden doğuşu, diğeriyse Orta Çağ boyunca süregelen durgunluğun, daralmanın sona ermesinde ve ilerlemenin sağlanmasında rol oynayan eleştirel düşünmenin etkin bir şekilde yeniden devreye girmiş olmasıdır. Rönesans’ın, eski Yunan Edebiyatı’nın ve bilimlerinin incelenmesi, matbaanın icadı, bilim insanlarının İtalya’ya göç etmesi, klasik İslâm bilim ve düşünce kaynakları ile birlikte Roma eserlerinin Latince başta olmak üzere diğer Avrupa dillerine çevrilmesi, coğrafi keşifler gibi etkenlerle, Avrupa’da, önce İtalya’da başlayan ve zamanla Fransa, Almanya, İngiltere, İspanya, Hollanda gibi ülkelere kadar uzanan uzun soluklu bir harekete dönüştüğü bilinmektedir. Rönesans sürekli çalışılan, yeniden yazılan, üretilen, sunulan, satılan, dönem dönem yeniden adlandırılan bir tarih alanı olarak karşımıza çıkar.

2.3. Reform
Refom hareketi, dönemsel olarak 15.-17. yüzyıllar arasında Avrupa’da, özellikle Almanya merkezli ortaya çıkmış dinsel bir harekettir. Katolik Kilisesi’nin dini yaptırımlarına karşı Martin Luther ve benzeri reformistlerin ön ayak oldukları bir bir-aradalık hareketidir. Martin Luther, kiliseye karşı olan isteklerini ve eleştirilerini 95 maddelik bir tez halinde kilisenin duvarına asmıştır. Bu hareketle Almanya’da mezhepsel çatışmalar baş göstermiş, 1555 Augsburg Barışı, Protestanlık mezhebinin kuruluşu, Otuz Yıl Savaşları gibi siyasi, politik ve dini sonuçlara neden olmuştur.

2.4. Sanayi Devrimi
Sanayi Devrimi ya da Endüstri Devrimi, bir takım buluşun, üretim gücünü, tekstil, demir, çelik endüstrileri ile taşımacılığını etkilediği ve sonuçta İngiltere’de üretimin karakterinin değiştiği 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başını kapsayan zaman dilimi için kullanılır. Avrupa’da 18.-19. yüzyıllarda ilk olarak İngiltere merkezli olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeni buluşların, bilimsel gelişmelerin üretime katkılarıyla ortaya çıkan bir süreçtir. Bu dönemde ilk atılımlar buhar gücünün enerji ve üretime dönüştürülmesiyle karşımıza çıkmaktadır. Sanayi Devrimi, iki aşamalı olarak ilki İngiltere, sonrasında Amerika’da olmak üzere gerçekleşmiştir. Sanayi Devrimi, üretim, teknoloji, bilimsel gelişmelerde büyük bir atılıma neden olmuşsa da, sosyal tabakalar arasında büyük bir uçurum söz konusudur. En tipik örneğini Jack London’ın ‘Uçurum İnsanları’ kitabında görebiliriz. Sanayi Devrimi, ekonomik, bilimsel sonuçları itibarıyla insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuş olsa da insanların sosyal statülerinin değişmesi, ekonomik uçurumların ortaya çıkması ve işçi sömürüsü açısından olumsuz etkileri günümüzde de devam eden bir devrimdir.

2.5. Fransız İhtilali
Fransız İhtilali, günümüzdeki ulus-devletlerin, milliyetçi söylemlerin ve ideolojilerin doğmasındaki en büyük etkenlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Fransız İhtilali, tarihsel olarak 20 Temmuz 1789 tarihinde muhaliflerin Bastil Hapishanesi’ni basmaları ve mahkumları serbest bırakmalarıyla fitili ateşlenmiş bir devrimdir. Temelinde, milliyetçi ideoloji ve söylemlerden ziyade Sanayi Devrimi ile hakları sömürülen işçi sınıfı ve patronlar arasındaki ekonomik ve sosyal statü mücadelesinden dolayı kaynaklanmaktadır. İhtilalin, başarıya ulaşmasıyla imparatorluk yönetimi lağvedilmiş, cumhuriyet rejimine geçilmiştir. İhtilale karşı olanları sindirmek için giyotin ile idam yöntemi benimsenmiştir. Fransız İhtilali, 1815 yılında Avusturya-Macaristan şansölyesi Otto von Bismarck öncülüğünde toplanan Viyana Kongresi’ne zemin hazırlamıştır. Bu kongre ile günümüz ulus-devletlerinin temeli atılmış, imparatorluklar ve çok-uluslu kozmopolit devletler tarihe karışmıştır.

Sonuç
İnsanlar ve insanlık, tarihsel süreç içerisinde pek çok farklı dönem ve coğrafya itibarıyle diğer insanlar, toplumlar ve doğa ile çeşitli ilişkilere girmişlerdir. Bu bir nevi karşılıklı çıkar ilişkisidir. İnsan, insanla, doğayla, diğer toplumlarla, tarihle ve dinle çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması için karşılıklı ilişkiye girmiştir. Tüm bu etkenler insanların ‘bir arada’ yaşamalarına sebebiyet vermiştir. Beslenme ihtiyacını karşılamak zorunda olan insan, özellikle doğa ve diğer toplumlarla bir arada yaşamak zorunda olmuştur. Akabinde tarımsal devrim yaşanmış, insanlar yerleşik hayata geçmiş, şehirler kurulmuş, bir-aradalık format değişikliğine uğramıştır.

İnsanlar, içinde bulundukları topluma ait ve bu toplumu oluşturan en küçük birim olarak karşımıza çıkmaktadır. Haliyle tarımsal devrimle format değişikliğine uğrayan bir aradalık kavramına binaen, insanlar toplum ile de karşılıklı çıkar ilişkisine bürünmüşlerdir. Toplumsal yaşam içerisinde beslenme, barınma, korunma gibi ihtiyaçlarını bir şekilde karşılayan insan, fikir dünyası ve kafa yapısı itibarıyla çeşitli dinlere, ideolojik fikirlere ve bizzat yön verdiği tarihle de ilişki içerisine girmiştir. İnsanın doğa ile olan karşılıklı ilişkisi sonucunda Tarım Devrimi; diğer insanlar, toplum, din ve tarih ile olan ilişkisi sonucunda ise Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi, Fransız İhtilali gibi toplumsal yönü büyük ve etkileri halen devam eden gelişmeler ortaya çıkmıştır.

İnsanlar tarihsel süreç içerisinde çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir arada yaşamışlar ve yaşamaya devam etmektedirler. Bir-aradalık kavramının ve tarihinin incelenmesinde, insan ihtiyaçlarının karşılanması temel fikri yatmaktadır. İnsanlar çeşitli ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, bir arada yaşamışlar, bir arada yaşayabilmek için de çeşitli düşünsel, dini, toplumsal ve ekonomik temelli hareketlerin içerisine girmiştir. Bir-aradalık kavramının iyice anlaşılabilmesi için, insanların ve insanlığın tarihsel süreç içerisinde ortaya koyduğu ihtiyaçlar hiyerarşisi ve bunların karşılanması için gereken karşılıklı ilişkiler bütünü incelenmelidir.

Kaynaklar
Elektronik Kaynaklar
- arkeofili.com
- dunyalilar.org
- tdk.gov.tr

Yazılı Kaynaklar
Armstrong, Karen, Mitlerin Kısa Tarihi, Merkez Kitapçılık.
Belzen, Jacob, Din Psikolojisinde Tarihsel-Kültürel Yaklaşım, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 2, 2007.
Coşkun, İsmail, Modernliğin Kaynakları: Rönesans Üzerine Bir Değerlendirme.
Deutsch, Marton, Kauss, Robert, Les Theories en Psychlogie Sociale, Mouton, Paris, 1972.
Gürses, İbrahim, Kılavuz, Akif, Erikson’un Psiko-Sosyal Gelişim Dönemleri Teorisi Açısından Kuşaklararası Din Eğitimi ve İletişimin Önemi, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 20, Sayı 2, 2011.
Goody, Jack, Renaissances: The One or The Many?
Küçükkalay, Mesut, Endüstri Devrimi ve Ekonomik Sonuçlarının Analizi, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Sayı 21, 1997.
Noland, Richard, Psikotarih: Teori ve Pratik, Tarih Okulu, Sayı 6, Ocak-Nisan 2010.
Özkalp, Enver, Sosyolojiye Giriş, Ekin Yayınevi, 26. Baskı.
Şahin, Hasan, İnsan-Din İlişkisi, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 1.