Özgürlüğün Bilinçdışı Var mı?

Barış Özgen Şensoy
sensoyb@gmail.com

İmkansız Kavram
Özgürlük zor bir kavram, tanımlanmasının zor olmasının da ötesinde herkes bu kavramın kendisine ait olduğunu, kendisinde özsel bir şekilde barındırdığını ya da kendisi aracılığıyla başladığını iddia ederek yola çıkıyor. Liberalleri zaten geçtim, ki onlar da özgürlük anlayışları yüzünden eleştiriliyorlar sürekli, Kemalistler, sosyalistler, muhafazakârlar, hepsi özgürlüğün gerçek sahibi ve savunucuları. 
Bir yanda da özgürlük kadar lanetli bir kavram yok. Kadınlara ve ulusa özgürlük getirdiğini iddia eden Kemalistlere sorarsanız gericilik özgürlüğü yok, sosyalistler için özgür emek bir yandan da lanetin ta kendisi. Yaşam tarzına özgürlük iddiasını dillendirmekten çekinmeyen muhafazakârlar bir yandan da belirli özgürlük formlarını (cinsel özgürlük) en normatif anlamıyla sapkınca bulduklarını ifade etmekten beis duymuyorlar. 

Özgürlüğün Bilinçdışı?
Psikanalizin özgürlük kavramıyla olan zorlu imtihanı, Marksizminkine benzer: Zira psikanaliz bütün zihinsel olguların bir şekilde bedensel olana dayanmak zorunda olduğunu iddia ederken, Marksizmin bütün toplumsal görüngülerin üretim ilişkilerinin bir tezahürü olduğu yaklaşımına yakınlaşır. Özgürlüğü hangi maddi temellere dayandırmalı meselesi iki yaklaşımın da ortak belasıdır. Marksizm belki daha şanslıdır; ama bir zihinsel olgu olarak özgürlüğün ne olduğunu tanımlamak zaten zorken, bir de onu bedensel/somatik olanla ilişkilendirmek daha da zordur. 
Gene de birtakım cevap arayışları yok değil. Örneğin, Winnicott’a göre özgür olabilmenin yolu bir yerlere bağlı olduğumuza dair kuvvetli bir hisse sahip olmaktan geçer. Şüphesiz bu hissi tesis eden (ya da noksanlığına neden olan) anne-bebek arasındaki ilişkidir. Winnicott burada özgürlüğün psikosomatik kökenleri için bir öneri geliştirmekle kalmaz, toplumsal değerlendirmelerimiz için kullanışlı olabilecek, ideoloji tartışmalarında yankılanabilecek bir ayrıma da zımnen dikkat çeker: Özgürlük söyleminin ya da eyleminin inkâra yönelik manik olası kullanımları. Böylesi bir yaklaşım, Marksistin özgürlük söylemine karşı olası ikazlarını akla getirmiyor mu?
Winnicott’un özgürlüğü düşünürken bağımlılığı ve bağlılığı da çağırması, yerimiz yurdumuzla kurduğumuz ilişki açısından çarpıcı değil midir? Ancak bir anayurdu olan, ancak kendine bir anayurt inşa eden, özgür olabilir. Konuyu 90’lardan gelen bir problemle süreklilik içinde düşünürsek şunu da diyebiliriz: Başka bir dili özgürce, yani mesela işgalci bir dayatma ya da emperyal arzuların kurbanı olmadan konuşabilmek için anadilde konuşabilme özgürlüğüne sahip olabilmek gerekir. Yakın zamanların beyaz yakaları ve eğitimli sınıflarının krizine atıfta bulunarak konuşursak, başka bir coğrafyada özgürce bir hayat kurabilmek için anayurtta özgür olduğunu bilebilmek gerekir. Kavafis, gittiğimiz her yere kaderimizi de götürdüğümüzü söylemişti; belki bir benzeri özgürlük için de iddia edilebilir. Gittiğimiz her mekâna ve coğrafyaya, kendi özgürlük ve esaretimizi de yanımızda götürüyoruz. 
Toplumsal bağlamda özgürlük meselesinin zihinsel durumlarla ilişkisine dair çeşitli fikirlere yaklaşıyoruz. İlk bakışta Freud’un teorisi, bastırma ile ilgili olduğundan akla özgürlüğü getirir. Psikanalizin, bilinçdışına itilmiş unsurlardan (bunlar her zaman semptomlar, rüyalar, dil sürçmeleri, şakalar, sakar eylemler ve ilişki dinamikleri olarak geri döner, yani diyebiliriz ki kişiyi esir alır) özgürleşmeye dair bir tedavi olduğu düşünülebilir. Ancak Freud, bir ütopya vaat etmemiştir, bastırmalardan sonra geri kalan bir tür gündelik mutsuzluk ve sıkıntıdır. 
Bastırılan ve bastırılanın geri dönüşünün yalnızca bireysel değil bir yandan da toplumsal bir mesele olduğu ise zaman içinde daha iyi anlaşıldı. İlker Özyıldırım’ın tabiriyle negatif anıtlar olarak yıkık kiliseler buna dair ülkemizden çarpıcı bir örnektir. Yıkık kiliseler, hem bastırılan olarak farklı toplumların varlığı ve onlara yönelik şiddeti görünmez kılar, hem de tam anlamıyla yok edilememeleriyle (ki bu tam olarak yok edilememeyi bir şekilde suçluluk ve utanç motive eder) bastırılanın geri dönüşünü işaret eder. 
Psikanalizin toplumsal özgürleşme bağlamında düşünülebilecek başka bir katkısı da Melanie Klein perspektifinden gelebilir. Melanie Klein’a göre, ilk zihinsel durumda iyi ve kötü katı bir biçimde ayrılır, kötü dışarıya atfedilir ki iyi olan korunsun. Bu, bebeksi durumda hayatta kalmak için bir strateji olsa da, uzun vadede sıkıntı demektir. Zaten kötü de özsel olarak kötü değildir, bebeğin deneyiminde doyurmayan ve tatmin etmeyen annesel unsurun (son tahlilde meme ucunun) işaret edilme biçimidir. Tatmin eden kadar sınırlayanın, özdeşlik kadar farkın da aynı yerden geldiğini kabullenebilmek, zorunlu olduğu kadar kırılgan bir gelişim hattıdır. Zorunludur; çünkü seven anne aynı zamanda sınırlı olandır, bunu kabul etmek gerekecektir. Kırılgandır; çünkü zorunlulukları kabul etmek kolay değildir. 
Kötü ilan edilmeyi sahiplenmek de bir itiraz etme biçimi olabilir mi? Sürekli birilerinin kötü, terörist, eski reflekslerle komünist, aklını başına devşirmesi gereken marjinal olduğu söylenirken, toplumsal sözleşmenin tam da yok edilmek istenen farka katlanmak zorunluluğundan kaynaklandığına işaret edilebilir mi? Radikal fark (yani toplumu temelinden değiştirmeyi arzulayan fark) olarak kötü nesne ilan edilmeyi reddediyoruz ve bunu yaparken de fark olarak varlığımızı sahipleniyor ve koruyoruz. Faşizm, eğer bir tür birlik fantezisi ise (devlet ile yurttaşın, asker ile sivilin birliği) bu fantezinin tatminine engel olan fark olarak bizler de asliyiz, kökenseliz. Kötüyüz, buradayız, alışın: Faşist fanteziyi papağan gibi tekrar etmeyerek, toplumun birliği fantezisine dâhil olmayarak da yerlilik ve aslilik iddiasında bulunulabilir. Böylesi bir tutum, düşünceyi ve sözü kuşatan kötü ilan edilme tehdidine inat konuşabilmeyi talep etmektir. 
Toplumsal bağlamda, Melanie Klein’ın fikirleri özgürlük ve demokrasi ortamının tesisine dair birtakım fikirler verebilir. İktidarın tatminini, eleştiri ve muhalefet aracılığıyla sınırlayan ötekiyle ne yapılacağına dair soru, toplumların demokratikliğinin turnusol kağıdıdır diyebiliriz. Özgürlük, faşizmin dayattığı bu “barbarları beklerken” halinden özgürleşmektir.
Freud, “Savaş ve Ölüm Üzerine Düşünceler”, “Neden Savaş”, “Uygarlık ve Huzursuzlukları”, “Bir Yanılsamanın Geleceği” gibi eserlerinde bu işin kolay olmadığını uzun uzun anlatır; zira toplumsal yapılar daha basit işleyiş mekanizmalarına dönmeye pek eğilimlidir (“Totem ve Tabu”da ise ilkel diye atfedilen toplumların ötekiyle ilişkilenirken çağımıza göre çok daha üstün etik anlayışlara sahip olduğuna işaret eder). Denebilir ki, psikanaliz, bastırılandan ve bastırılanın geri dönüşünden özgürleşmek için, ister toplumsal ister bireysel seviyede olsun, ciddi bir çalışma yapmak gerektiğini ortaya koyar. Özgürleşme, emek ister, sorumluluk ister. 

Özgürlük ve Sorumluluk
Psikanalitik kliniğin temel unsuru olarak serbest çağrışım, özgürlük ve sorumluluk ikileminin somutlaştığı nokta olarak ilginç bir kesişim noktası olabilir. Psikanalist, hastayı serbestçe konuşmaya, aklına gelen her şeyi olabildiğince sansürlemeden anlatmaya davet eder. Hasta ne söylerse söylesin, psikanalist yalnızca anlamaya çalışacak ve yorumlayacaktır. Bir yandan, hasta söylediklerinden sorumlu değildir. Psikanaliste karşı kibar olması, uygarlığın gerektirdiği gibi davranması, yetişkince hareket etmesi gibi gündelik ilişkileri çevreleyen sorumluluklardan azadedir. 
Öte yandan, bir yanıyla da hasta söylediği her şeyden sorumludur: Gündelik hayatta anlam atfedilmeyen sözler (dil sürçmeleri, “mesela yani”ler, lafın gelişleri, şakalar, vs.) psikanalist için hakikatin belirdiği anlardır. Bu açıdan, psikanalist hastanın söylediği sözlerin anlamına dair bir sorumlulukla karşı karşıya kalır. Ancak bu sorumluluk, yasaya, cezaya ya da gündelik hayata dair bir sorumluluk da değildir. Psikanalistin sorumluluğu psikanalitik hakikate, bilinçdışının hakikatine dairdir ve hastayı da bu sorumluluğa ortak olmaya davet eder. 
Psikanalist sorumludur, psikanalize, psikanalitik teoriye, hastasına, cemiyetine ve içinde yaşadığı topluma karşı sorumludur. Psikanalist, bütün bu sorumluluklar çerçevesinde bir yandan da özgürdür: Bilincin dilinden ve psikiyatriden özgürleşmeye dair bir şey barındırır psikanaliz. Psikanaliz, pratiğiyle özgürlüğe dair bütün bu kesişimleri düşünmek için fırsat verir: Özgürlük, sorumluluk ve emek ekseninde düşünmek, çalışmak ve ilişkilenmek nasıl olabilir, bütün bunlara dair bir model imkânı sunabilir. 
Bütün bunlarla birlikte psikanalistin kendi başına inşa ettiği anlam pek de bir işe yaramaz: İster hasta söz konusu olsun, ister toplum, bilinçdışının hakikatine erişilmesi için bir direnç çalışması gerekir. Psikanalistin sözü duyulabilir olmalıdır ve psikanalist bu duyulabilirliğin tesis edilmesinden de sorumludur: Direnç, yani bilinçdışının hakikatini duymamaya çabalamak bir suç değildir, sadece daha fazla hakikat için başka bir araçtır. 
Dirence, yani anlamamaya, yani değişmemeye hoş geldin demek, başka bir unsuru da devreye sokar: Emek. Anlamak için emek gereklidir, iki tarafın da emeği gereklidir. Semptom, ıstırabı ve ıstırap aracılığıyla bir tür zorunluluğu dayatabilir; ancak emek olmadan yemek olmaz. Buradaki emek bir tür dayanışmayı da kapsar, birbirine ihtiyacı olan iki unsur, psikanalist ile hasta, ancak bir tür dayanışma içinde, kimi zaman ortaklaşan, dirençleri aşıp anlama erişebilirler. Hastanın bir yandan söylediklerinden azade, bir yandan söylediklerinden sorumlu olduğu bu ikili durumda, özgürlüğü üretime çevirebilecek şey emektir. Ölüm içgüdüsünün, farkı inkâr edip düşünceyi yok etme çağrısına karşı, farkı tanımak, farkın yarattığı kaygıya katlanabilmek ve hatta onu sevip ona sığınabilmek, ancak emekle olur. Farkın inkâr edildiği ve düşünceye saldırılan ortamda, Narkisos’u kendi görüntüsünde boğulmaya götüren inkâra benzeyen bir narsisistik doyum ve tümgüçlü fantezi vardır. “Biz her şeyi yaparız”, “Herkes bize hayran, bizi kıskanıyor”, “Her şey yolunda”, “En güçlü ve en özel biziz” sonunda inkâr edilenin işgalini dayatır.
Psikanaliz, özgürlüğün sorumlulukla ve emekle kesiştiğini gösteren bir pratiktir. Bu açıdan bakarsak, diktatör sorumlu olmayan, sorumlulukla sınanmayan kişidir. Özgürlük, bir sorumluluk çağrısıdır bu açıdan. Diktatöre sorumluluğu, zalim krala Tanrıların kadim yasasını hatırlatır. Antigone, hain de olsa ağabeyinin gömülmesi hakkını talep ederken, Kreon’a nihayetinde tanrıların yasasına karşı sorumlu olduğunu hatırlatır. Diktatör değil, özgürlük istiyoruz demek, bir sorumluluk çağrısı yapmaktır. Allah affetsin deyip hukuku bertaraf etmeye karşı, memleketin ortak bir hukuka tabii olan paydaşlar arasındaki ilişki olduğunu hatırlatmaya dair bir iddiadır. 

Farkı Savunmak, Özgürlüğü Savunmak
Peki özgürlük bu kadar çetrefilli ve zorlu bir kavramken, ne zaman herkesin savunabileceği bir şey olur? Faşizm zamanlarında. Faşizm, toplumsal bir örgütlenmedir; ancak bir tür zihinsel durum olarak da tasvir edilebilir. Hem toplumsal hem de zihinsel seviyede faşizm durumlarının ortak noktaları vardır denebilir: Farkın inkârı, bastırılması ve hatta soykırıma uğratılması. Farkın inkâr edildiği ortamda, özgürlük farklı olabilme hakkına (ve zorunluluğuna) dair bir şeyler barındırır. Özgürlük basitleşir: Herkesin savaşı desteklemesi gereken yerde, ölmek ve öldürmek istemiyorum diyebilmek özgürlüktür. Katliamın lokumu olmaz demeyi gözaltına almak, kesinlikle bir haset barındırsa da (çünkü farklı düşünebilen, özgür bir zihin korkutucu olduğu kadar, bir arzu nesnesidir ve arzunun yoldan çıkarma ihtimaline karşı onu yok etmek ya da değersizleştirmek gerekir), basit bir haset meselesi değildir. 
Burası, tam da Freud’u hatırlayabileceğimiz noktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın en yakıcı zamanlarında, savaş zamanlarının yücelttiği ideallerin ve değerlerin, aslında herkesin bilinçdışında var olan ölümsüzlük fantezisinin açık edilmiş hali olduğunu yazdı. Çeşitli komünist grupların dahi ülkelerini desteklediği bu savaşta, vatandaş olarak kayıtlı olduğu devletin ve onun ordusunun zalimliklere en az ortak olmasından başka bir şey umut edilemeyeceğini belirtti. Savaş sonrasında ise, askeri tıp diye bir şey olamaz; askeriyenin beklentisiyle hekimin yemini uyuşamaz diye belirtti. 
Böyle özgürlük olmaz, diyecektir faşist, güvenlik sorununu bahane ederek. Özgürlük, tam da birliği bozan sözdür, birliği bozabilme hakkıdır. Bu açıdan özgürlük; birliği bozuyoruz, suç ortaklığını reddediyoruz, ve tam da bunu yaparken mahçup olmamak, biz farkı arzulayanlar ve oluşturanlar da sizler kadar kökensel olanız diyebilmek ile ilgili bir şeydir. 

Son Söz
Faşizm, şiddeti ile taraf tutmaya zorlar. Ya kibirli bir narsisistik yanılsama, ya da güçlü bir çaresizlik hissini dayatır. İlk kısmını görmek için sosyal medyaya ve televizyona bakmak yeterli herhalde. İkincisini görmek için de siyasal çevrelere. Bazen, bütün bu zamansal sıkışmışlık içinde, evrensel temaların peşinde gitmek başka bir yol, faşizme katlanma stratejisi olabilir. Özgürlük üzerinde düşünmek, en zamansız, en zaman ötesi, en evrensel temalara sıçramak, faşizmin dayattığı zamansallığa karşı kendi zamansızlığını savunmak anlamına gelemez mi? Unutmamak lazım, bilinçdışı zamansızdır: Bilinçdışı, zamansal dizgelerden ve nedensellikten özgürdür.