Sınır'ın PsikoPolitiğine Kavramsal Bir Yaklaşım

Selçuk Çelik
psikologselcukcelik@gmail.com

Sınır çizme bir yarma, bir ayırma işlemidir. Bu işlem iki taraf doğurur; kendi ve öteki.

Öteki, ya ezelden karşımızda olandır; ya da sonradan karşımıza alınandır. Ben’in başkasından ayrıldığı yer ‘haset’, ‘husumet’, ‘rezalet’in de doğduğu yerdir. Hasetin duygu; husumetin düşünme faaliyeti; rezaletin de bir çeşit davranış olduğunu söyleyerek başlayalım.

Kelime Kökensel (etimolojik; étymologique) bir okuma yaptığımızda, ‘sınır’ın1Grekçe (Yunanca) bir sözcük olduğunu,Türkçede ‘komşu’ ve ‘ülke’ anlamlarına geldiğini görürüz. Öyleyse, burada sınır kavramını komşuluk bağlamında ve komşularımızla beraber düşüneceğiz. Önceki zamanlarda sınırlar, tabiat (bitki örtüsü, klimatoloji) tarafından belirleniyordu: Denizin başladığı, toprağın bittiği yerde insanların ikamet alanı da bitiyordu. Sonraları sınırlar, masa başında anlaşmalar imzalanarak, kağıt üzerine kalemle çizilerek yapılır oldu.

Sınır içinde sınırlar çiziyor, hudutun beri tarafına kendi’mizi, diğer yakasına el (alem)i, alien’ı, yāb-an-cı’yı koyuyoruz. Etrafımıza çitler çekerek, duvarlar örerek güvenli yaşam alanları kurmaya çabalıyoruz. Her güvenlik tedbiri, beraberinde tehlike beklentisini -düzen bozulacak, dışarıdan bize bir şey bulaşacak kaygısını- artırıyor; ‘dışarısı kötü, biz iyiyiz’ düşüncesini sürekli kılıyor; ‘kendini koruma refleksini diri tutuyor. Kendi tarafımıza asfalt dökerek pürüzsüz yollar yapıyoruz, beton dökerek gökyaran binalar dikiyoruz. Çeperin içine site2, sitenin öte tarafına toprak diyoruz. Toprak sözcüğünü Latinceden Türkçeye geçen varyasyonları ile birlikte düşünmek burada sınır açıcı olabilir: Territorial ülkesel olandır, Teras (Fr. terrasse; İt. terrazzo; İsp. terraza) beton dökülmüş dam değil, topraklı alandır. Terör sözcüğü de toprak (Fr. terre; İt. terra; İsp. tierra) kökünden türemiştir. Topraktan geldiğimiz söylense bile, döneceğimiz topraktan korkuyoruz. Toprak; evrilirken doğrulan, iki bacaklı hale gelirken burnu havaya kalkan insanı tehdit eder, insana dehşet salar. Tehlikeli yerdir toprak. Zira yılanlar, çıyanlar, akrepler toprakta bulunur. Bu yüzdendir kendimiz ile topraklılar arasına sınır çiziyor kokumuzu bırakıyoruz, bayrak dikiyor dokumuzu bırakıyoruz. Kendi tarafımız vatan oluyor, aynı zamanda namus oluyor. Namusu korumak için sınırda/hymende beklememiz farz oluyor. Sınırın öte tarafı hep iştahımızı kabartıyor; zira o taraf fethedilecek alandır. Atalar söylemiş: Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür. Bu yüzdendir sınır ötesi hareket gerçekleştirdiğimizde; öbürünün tarafına penetre edip yerleştiğimizde; duhul edip orayı elimize geçirdiğimizde bizi övüyorlar. Ve, şanımız Fatih oluyor.

Fetihten sonra ahvale bakılmaz; mahalin ahalileri tehcir edilir. Önce, insanlar başka diyarlara -zorla- sürülür, sonra sürülen toprağın sürgün vermesi beklenir. Ekin (kültür)3diye adlandırılan bu etkinlik kolonyal (coloniale) faaliyetlerin başlangıcıdır. Kolonyalist etkinliklerde ele geçirilen ganimetlere mülk; mülkün gani gani yeni sahiplerine de malik denilir. Bu kentlere, kent-leri4kend-ilerinin belleyenler içerisinden amirler atanır. “Kent sınırları içerisinde”, kamunun esenliğini sağlamak amacıyla ‘falan türden etkinlikleri yapmanızı tez isterim’ diye buyurabilir, ‘filan türden etkinlikleri yapmanızı istemem’ diyerek yasaklar getirebilir: Mülk-i Amir’ler.

Sınır çizme, aynı zamanda bir sabitleme operasyonudur. İçeridekiler içeride dursun; dışarıdakiler dışarıda dursun istencidir. Kosmos içerisinde kaos istenmediğinden sınırlara kuleler dikilir; bu fallokratik yapıların tepelerine gözcüler konuşlandırılır. Her tarafı kuşatan görüş açısına sahip tepedeki bu göz bizleri istediği an görebilirken; altta kalan bizler gözetleyenimizi, esirgeyen ve bağışlayanımızı hiç bir zaman göremeyiz. Önceleri, nereden gözetlendiğimizi bilirdik; ne zaman gözetlendiğimizi bilemezdik; tedirginliğimiz sadece bundan ibaretti. Ancak panoptikonun5zamanı bitti; sinoptikonun çağındayız. Artık; nereden gözetlendiğimizi de bilemiyoruz. Radyal kameralar, x-ray gibi cihazlar sınırdan içeri sızmak isteyenleri röntgenleyebiliyor. Bu aygıtlar hangi dağın arkasında olduğumuzu kolayca tespit edebiliyor: Vücut ısımızı uzaktan ölçebiliyor, bizleri diğer canlı türlerinden ayırt edebiliyor. Kamera ekranında birer renk lekecikleri olarak görünüyoruz; duygularımızın olduğu gözden kaçıyor. Anonim olarak görülüp oracıkta etkisiz hale getiriliyoruz. Çünkü; hem hattı hem de sathı müdafaa etmek; haddini aşanları tut(ukla)mak, kapatmak veya geldikleri yere sürgün etmek gerekir.

Sınır kapısından6giriş ve çıkışlar ancak ve ancak resmi mukaveleyle ve meşru protokolle; üçüncünün şahitliğinde ve başkasının vereceği yetkiye dayanarak gerçekleştirilebilir. Sınırın ötesi yabandır. Yaban, kendimize ait olanın dışarısında kalanın topolojisidir7. Yabancılık (extranéité) yerle ilgilidir; köken problemidir. Yabancı (étranger) ölünen yere bakılarak değil; doğulan yere bakılarak kurulur. Komşu komşunun külüne muhtaçtır dense de dışarıda oturan yabancıdan içten içe korkarız. Komşuluk8kendi yerinden yabana yapılan geçişlerle ve yabandan kendi yerine yapılan dönüşlerle doğar. Her çıkış bir buluşma, her dönüş bir ayrılıktır. Sınırların konuşulduğu yerde sınır tanımayan kuşları, karıncaları, konar (ama kalmaz) göçerleri, göçebeleri9, bir ömürlük misafirleri de selamlamak gerekir. Musāfir hāneler seyyahların konaklama alanıdır. Otelde konaklayan yolcu, işini derer, o diyardan ayrılır. Hastanede de baki kalınmaz. Ya mezarlığa gönderilirsiniz öldüğünüz için veya evinize dönersiniz iyileştiğiniz için. Ancak görmek gerekir ki; otel (İsp. hotel; Fr. hôtel), hostel (İt. ostello) ve hastane (İsp. hospital; Fr. hôpital; İt. ospedale) sözcüklerinin Latince köklerinde -İngilizce- ‘a guest’ (yani konukluk) yoktur; -yine İngilizcesiyle yazıyorum- ‘a host’10(yani ev sahipliği) vardır.

Ev sahibinden söz edebilmek için; önce bir evin var olması gerekir. Ev sahibi, kendi evinin içinde efendidir. Ev sahibi, kendi evinin kapısından dışarı çıkarsa konuğuna karşı ev sahipliği kimliğini tüketir. Konukluk ve konukseverlik11evin eşiğinde başlar. Komşuluk koşullarını da kapının anahtarını elinde tutan belirler. Efendi, kendi evinde kalarak konuğunu karşılar; buyur ederek konuğunu ağırlar: “(Burası bana ait, bana) hoşgeldiniz”. Konuk, izin verilmiş bir yabancıdır. Ancak izin verilmiş olsa da konuk, kapıdan içeri koşulsuz giremez; eşikte/gümrükte denetlenir. Konuk ev sahibinin yasasına (OikoNomia) boyun eğerek kendi statüsüne yerleşir. Konuk, yasaya uymalıdır ki; efendi de konukseverlik yapabilsin.

Eğer birileriyle ‘misafirperverlik’ bağışlayarak, ‘konukseverlik’ lütfederek ilişkileniyorsak kendimizi buraların efendisi, bu evin sahibi, bu mülk’ün maliki olarak görüyoruz demektir. Eğer birilerine Suriyeli diyorsak, onların buralı olmadıklarını da söylemiş oluyoruz. Eğer sığınana göçmen diyor; sığınmacı demekten imtina ediyorsak birilerinin hukuksal haklarını teslim etmiyoruz demektir. Eğer iltica edene misafir diyor, ona mülteci12statüsünün yolunu kapatıyorsak birilerinin hukuksal haklarını gasp ediyoruz demektir.

Psikanalitik Öğretinin Penceresinden Sınır

En indirgenmiş bir dille: Bu düşünyapıda, iğdiş edilmeyi de imleyen, kastrasyon ile ilgili ‘nevroz’ kategorisi ve bir çeşit anksiyete diyebileceğimiz, parçalanmayla ilgili ‘psikoz’ kategorisi vardır. Bu iki kategoriden ayrı, bir de depresif biçimde ‘nesnenin kaybı’ durumu: Sınır durum vardır. Bebeği, yaşamda tutan ‘ilk nesne’ annedir. Süt veren meme annededir. İlk nesneyi kaybetmenin korkusu, yaşamı kaybetmenin de korkusudur. Bebek ve anne arasındaki bu muhtaçlık ilişkisi hem aşkın, hem de nefretin kaynağı olabilir: Anne bebeğini sarıp sarmalar doyurursa haz ve aşk; eksik beslerse acı ve nefret doğabilir. Anne ile bebek ilişkisi bir çeşit komşuluk ilişkisidir. Sınır politikaları, komşuluk ilişkileri belirli bir mesafeyle yürütülmelidir. Anne kendisini bebekten çok ırak tutarsa, bebek terk edilmenin korkusunu yaşayabilir. Anne bebeği, bebek istemediği halde yoğun ilgiyle beslerse, bebek bu edimi bir nüfuz etme girişimi, bir istila olarak yorumlayabilir. Bu ilişki, çetin kış şartlarında yaşamda kalmak için ayrı duramayıp birbirine sokulmak isteyen ama dikenleri batacağı için de birbirine fazlaca yaklaşamayan kirpilerin durumuna benzetilebilir. Yaşamda kalmak için düşmanın, komşunun, annenin varlığına ihtiyaç vardır.

İnsan yavrusu prematüre doğar: Yaşamda kalmak için yetişkinin korumasına muhtaçtır. Anne ve fetüs eşbedenken (symbiotique), doğum gerçekleşir. Doğum: Fetüsün yuvasından, su dolu havuz gibi kendisini çepeçevre kapsayan amniyötik sıvının içerisinden, bir zarf/kılıf gibi kendisini koruyan annesinin karnından dışarıya atılmasıdır. Öz bağrından atılan bebek yersiz yurtsuz kalır. Doğum tekinsiz bir durumdur. Annenin içindeki, artık dışındadır13. Bebek, annenin aşina olduğu yabancıdır. Bebek annesini kendisi sanar; kendisini annesinden ayırmak istemez; annesi gözden ıraklaştıkça ağlar; annesi kendisine yaklaştıkça rahatlar. Görsel olan çoğu zaman tensel olanı önceler: Vücuduna sıcak su dökülen bebek, tehlikenin varlığını annesinin yüzünden okur. Sonra sonra, bebek kendisinin kendisi, annesinin başkası olduğunu öğrenir. Söz böler. Babanın buyruğuyla, yasayla, yasakla simgesel/sembolik (symbolique) dönem başlar. Adımızı öğrendiğimizde kendimizi diğerlerinden ayırmış oluyoruz. Meğer, bu dünyada her şeyin bir ad’ı; Grekçesiyle bir nomos’u; Fransızcasıyla bir nom’u; Farsçasıyla bir nām’ı; İngilizcesiyle bir name’i; Arapçasıyla bir isim’i varmış: Önce söz imiş, her ne var alemde. Muhabbet kuşları aynadan yansıyan suretini başka bir kuş sanıp onunla flört etmeyi dener. İnsan yavrusu, aynadaki suretin14kendisine ait olduğunu anlar; suretiyle oyunlar oynar. Jestlerini kullanarak taklit yapabileceğini fark eder; mimiklerini kullanarak yüzünün ifadesini değiştirebileceğini görür. İkinci bir yüzünün; maskelerinin olduğunu keşfeder. Ben’in başkası’ndan ayrıldığı yer ikiyüzlülüğe geçilen evredir; ‘haset’, ‘husumet’, ‘rezalet’in doğduğu yerdir.

Sözün Sonu

Tersine dönme miti her coğrafyada, her tarihte kılık değiştirerek tezahür etmiştir. Eşikte oturmak Anadolu’da terk edep olarak karşılanmıştır. Hava akımı olur, cereyan çarpar derler: Tersine dönersiniz. Gökkuşağının altından geçmeyiniz derler: Tersine dönersiniz.

Tersine ‘dönme’ kaygımız yok der, eşikte, gökkuşağının altında oturursanız; savaşa hayır der, sevişirseniz; barış istiyoruz der, imza atarsanız makbul vatandaş sayılmazsınız.

Öyleyse: Eşikte oturalım. Elmalarımızı yiyelim. Cennetten kovmaya çalışanlar olsa da, biz buradayız diyelim.


*Bu metin, 26 Haziran 2018 tarihinde 26. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası etkinlikleri kapsamında Cezayir Toplantı Salonu’nda düzenlenen “Sınırın PsikoPolitiği” başlıklı panelde sunulan metnin yeniden düzenlenmiş halidir. 
Panel katılımcıları: Özlem Çolak, Umut Şah, Selçuk Çelik
Moderasyon: Umut Özen


Dipnotlar:

[1] Sınır (sýnóros), ‘sýn+’ önekiyle türetilmiştir. Sýn+ başına geldiği sözcüğe eş anlamı katan bir prefixtir. ‘Oros’ sözcüğü ise komşu anlamı bildirir. Yeni Yunanca’da ki sýn+oron (σύν+ορον: Ülke) sözcüğü de Eski Yunanca sýn+óros (σύν+ρος: Komşu) sözcüğünden evrilmiştir.
[2] Site, Fransızca’daki cité’dir; İngilizce’deki city’dir; İtalyanca’daki cittá’dır; İspanyolca’daki ciudad’tır; Grekçe’den geçen civitas’tır; Latince’deki urbs’tur; Türkçe’deki yerleşke’dir. Site Arapça’daki şöhret ve meşhur kelimeleriyle akrabalık ilişkisi bulunan şehir’dir; devlet’tir; şehir devlet’tir. Site yurt(-taşlık) ile; sivil(-izasyon) ile; Uygur sözcüğünden uydurulan uygar(-lık) ile; hemşehrilik ile; meşrutiyet zamanında sivilizasyona alternatif olarak Medine kelimesinden türetilen medeni(-yet) ile ortak anlam hinterlandına sahiptir.
[3] Kültür (culture) sözcüğü -kolonyalizm (colonialisme) sözcüğü gibi- Latince’de ekip biçmek anlamına gelen ‘colere’ fiilinden ‘+tura’ ekiyle türetilmiştir. François-Marie Arouet’nin (Voltaire) çalışmalarından, ‘insan zekasının oluşumu ve geliştirilmesi’ anlamında ‘Alman Dili Sözlüğü'ne (1793) geçen kültür sözcüğü Almanca’dan da diğer dillere -İngilizce’ye, İspanyolca’ya, Slav dillerine- yayılmıştır. G. Klemm’in -10 ciltlik- ‘İnsanın Genel Kültür Tarihi’ (1843-1852) çalışmasıyla ve Edward Burnett Tylor'ın ‘Kültür ve Uygarlık’ (‘Hars ve Medeniyet’) (1871) çalışmasıyla kültür sözcüğü bugünkü anlamlarına evrilmiştir. Alfred L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn, ‘Kültür: Kavramların ve Tanımların Eleştirisi’ (1952) başlıklı çalışmalarında ‘kültür’ kavramına dair 164 tanım yapmışlardır.
[4] Eski Türkçe’deki kent/kend sözcüğünün Soğdca’daki kand/kanth, Hotan Sakaca’daki kanthā ve Kurmanci’deki gund sözcükleriyle ilişkisi bu bağlamda araştırılmaya açıktır.
[5] PanOptikOn ve SynOptikOn hétérotopie (heterotopya) çeşitlemeleri Aldous Huxley, George Orwell, Michel Foucault gibi düşünürlerle beraber düşünülebilir. 
[6] Kapı sözcüğü Eski Türkçe’de yakalamak, bitişmek anlamlarına gelen ‘kap-’ fiilinden türetilmiştir. Kapının, kapatılabilen ve açılabilen, kapatan ama açmayan bir enstrüman olduğu semantik veya etimolojik-kurumsal ön kabulünden hareketle Önay Sözer -aporinin aporisini ortaya koyduğu veya a-aporinin [ya da a-poros’un (yok poros’un)] olanaklarını araştırdığı- “Jacques Derrida ile Birlikte ‘En-son Apori’nin Yeniden-Kapanmış Kapısından Nasıl Geçilir?: Sınır [Peras]-Çizgisi ve Geçit [Poros] Üzerine” başlıklı metninde, poros’un açılmasının peras’ın açılması ve peraların birbirine kapanması/kavuşması anlamına geldiğini; poros’un kapatılmasının ise peras’ın kapatılması ve fakat peraların birbirinden ayrılması anlamına geldiğini işaret etmişti. Öyleyse, aşmak anlamına gelen, Latince ‘peiros’ sözcüğünden türetilen kapının (Fr. porte; İt. porta; İsp. puerta) aporisi şudur: Kapı hem geçittir hem engeldir. Ve, peraya peras porosundan varılır. Daha önemlisi de, kapı’nın (poros’un) sınır (peras) ile dayanışması suç ortaklığıdır.
[7] M. Foucault’nun “Ortak yerlerin sınır çizgilerini silikleştiren heterotopiler de vardır”, dediği yerden hareketle jeo-topik (yani yersel yan) ve a-topi (yani yok yer) kavramları yeniden düşünülebilir.
[8] Komşuluk ilişkilerini başlatan ve kapatan bir geçit olarak ‘kapı’ ile ‘hosti-pet-s’in, pera (yani öbür taraf) ile peran’ın (yani ötede duranın) ve Latince’de birbirine kavuşarak biten anlamındaki hospes (yani konuk sahibi) ile ‘pet-’ ya da ‘-pot’un (yani ev sahibinin) bağlantıları için Derrida’nın ‘Politique de l’Amitié’ (1994) ve ‘Hostipitalité’ (Pera/ÖbürTaraf; Peras/Sınır; Poros/Kapı, 1999) başlıklı metinleri etüt edilebilir.
[9] Bir yerden taşınmış başka bir yeri kendine yurt edinmiş göçmenlerden farklı olarak göçebeler düzene dâhil olmayanlardır; hareket halinde olanlardır. Haymatloslar (Alm. heimatlos) yerleşik olanın kültürünü, dinini, siyasasını, ekonomisini tehdit eder. Madde ile ruh’u ilişkilendiren Pythagoras, fasulye yenmesini, belki de, bu sebeple yasaklamıştı: Zira, fasulyede göçebenin ‘kötü ruh’u konaklıyor.
[10] Èmile Benveniste ‘Le Vocabulaire des Institutions Indo-Européennes’ (1969) başlıklı çalışmasında, ‘hostis’ ve ‘potis’ sözcüklerinin -semantikleri üzerinden- etimolojik bağlantılarını araştırmıştır. Potis’in hem bir koca olarak kadının (küçük ailenin) efendisi anlamına geldiğini, hem de bir hükümran (des-potis) olarak halkın (büyük ailenin) efendisi anlamına geldiğini söylemiştir. Ve Benveniste devam etmiştir: Grekçe potes’in Sanskritçe’de karşılığı patih’tir: DamPatih evin efendisidir, VisPatih kadının efendisidir, JasPatih soysopun efendisidir. Benveniste’in patikalarında gezindiği ‘Hostipitalité’ başlıklı metninde de bu sefer Derrida, Grekçe’de koca için şiirsel olan zevce anlamındaki ‘posis’in, ‘despotes’ tarafından geçildiğini söylemiştir. Ve Derrida eklemiştir: Posis’ten türemiş olan Latince poten(ti)s hükümdar anlamına gelir; Aiskhyles’te, Platon’un Yasalar’ında, Politika’sında despotes; evin efendisi (oikonomos) sözüyle anlamdaş olarak kullanılmıştır: Ekonom (oikonomos) evde (oikos) yasaları yapan kişidir. Slavca hospodar(-at), Bohemya dilinde hospodin, Rusça gospodar, Lehçe gospoda(rz) aynı soysoptandır: Hancı, otel işleten, evin efendisi, prens anlamlarına gelir.
[11] Immanuel Kant, 1795’te: “Konukluk bir insan hakkıdır.Bu hak [iyilikseverlikle ilgili değil] hukukla ilgilidir. Yeryüzünün ortak mülkiyet olması üzerinden yabancıya tanınan ziyaret hakkıdır. Yabancı geldiği yerde, barışçıl durması koşuluyla düşmanca muamele görmez; konukseverlik de ev sahibinin vermesi gereken bir ödevdir” demişti. Kant’ın ‘Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme’sinin üzerine yazdığı denemesinde Derrida da: “Konuk, bir ‘düşman yabancı’ değil; (müttefik muamelesi gören) bir ‘dost yabancı’dır. ‘Ev sahibi’ sözü; ‘evinizde gibi davranın; ama benim evimde olduğunuzu da unutmayın, konukluk kurallarına uyun’ sözlerini fısıldar. Konukseverlik (hospitalité) ile konuksevmezlik/istenmeyenmisafir (hostilité) arasında konuk (hote) ile düşman (hostis) arasındaki ilişkinin bir varyasyonu vardır” demişti.
[12] Eğitim ve/veyaya çalışma yoluyla yaşam standartlarını iyileştirmek maksadıyla göçmüş ama vatandaşlık haklarından yararlanabilen ‘göçmen’; mülteci statüsü henüz BM Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından veya hükümet nezdinde resmi olarak tanınmamış ‘sığınmacı’; ırkı, dini, tabiiyeti, sosyal grubu, siyasi düşüncesi sebebiyle zulme uğrayan ve iltica talebi onaylanmış ‘mülteci’; 4 Nisan 2013 tarihli ve 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununun 91’inci maddesi çerçevesinde düzenlenen 22 Ekim 2014 tarihli ve 6203 sayılı Geçici Koruma Yönetmeliğiyle uydurulan ‘misafir’ gibi adlar birbirine yakın gibi görünse de hukuki haklar bakımından birbirlerinden farklıdır. Örneğin adı geçen yönetmeliğin 16. Maddesi (“Geçici korumanın uygulandığı süre içinde, bu Yönetmelik kapsamındaki yabancıların bireysel uluslararası koruma başvuruları, geçici koruma tedbirlerinin etkin şekilde uygulanabilmesi amacıyla işleme konulmaz”) ile; ‘misafir’ statüsüne alınan kişilerin BM Yüksek Komiserliğine uluslararası koruma başvurusu yolu, yani ‘mülteci’ statüsüne geçme yolu kapatılmıştır.
[13] Sigmund Freud’un ‘Das Unheimliche’ (1919) kavramıyla düşünebiliriz. ‘Heim’ sözcüğü Almanca’da hem (ulus için) yurt, hem (aile için) ev [İngilizce’deki -house ile değil- home ile ilişkili], hem de (bebek için) annenin karnı anlamlarına gelir.
[14] Bu bahsi, Fransız Düşünür Jacques Marie Émile Lacan ile birlikte; özellikle 1938 metni etrafında düşünmek yerinde olacaktır.